AVRUPA’DA İSLAMAFOBİ

Güncel Köşe Yazıları

AVRUPA’DA İSLAMAFOBİ

Soğuk Savaş sonrası dönemde uluslararası güvenliğin gündemi çevresel bozulma, organize suç, insan kaçakçılığı ve terörizmi de içeren bir dizi yeni tehdit tarafından doldurulmuştur. Ayrıca, Soğuk Savaş sonrası dönem gerek iç politikada gerek uluslararası ilişkilerde kimlik/farklılık temelinde oluşarak, farklı kimliklerin tanınma politikalarına zemin olmuştur. Bu çerçevede İslam-Batı ilişkisi de farklı bir maceraya yönelmiştir. Soğuk Savaş boyunca Batı, siyasal ve kültürel kimliğini anti-komünist eksende tanımlamaktaydı. Batı dünyası Doğu bloğunu işaret ederek kendini demokratik ve özgürlükçü olarak ifade etmekteydi. Bu bağlamda iki kutuplu dünya sisteminin son bulması, Batı için büyük bir meşruiyet eksikliği doğurdu. “Biz”i meşru kılacak bir “öteki” antitezi, yani Doğu bloğu ortadan kalkmıştı. İşte tam bu noktada “İslam tehlikesi” keşfedildi. Bu çerçevede “komünizm tehlikesi”nin yerini “İslam tehlikesi” aldı. Sovyetler Birliği yerini İran’a bıraktı. Nasıl ki komünizm sadece silahlı bir tehdit olarak gösterilmekle kalınmayıp, Batı kültürünün ve değer yargılarının düşmanı gibi gösterildiyse, İslam dünyasına da aynı işlev yüklendi. Bu çerçevede de Soğuk Savaş dönemindeki ortak düşmana (Sovyetler Birliği) karşı birliktelik, yerini güvensizlik ve düşmanlığa bırakmıştır. Bu bağlamda Soğuk Savaş sonrası dönem siyasal İslam’ın kendini Batı’ya karşı tanımlayıp, küreselleşmesine yol açmıştır. Buna karşılık Batı da İslamiyet’i bir güvenlik sorunu olarak algılamaya başlamış ve 11 Eylül ile beraber değiştirilmesi ve modernleşmeyle uyumlaştırılması gereken bir “öteki” olarak görmeye başlamıştır.

Klasik savunma yöntemlerinin kullanılması yukarıda dile getirilen tehditlerle baş edebilmek için yeterli olmadığından, uluslararası politikanın aktörleri bu yeni tehditlerin yıkıcı etkilerine daha açık hale gelmişlerdir. Şimdiye kadar bir benzeri daha yaşanmamış olan 11 Eylül 2001 saldırıları, 15 Kasım 2003’de İstanbul’da Neve Şalom ve Beth İsrael Sinagogları’na düzenlenen saldırılar, 20 Kasım 2003’de yine İstanbul’da HSBC bankasına ve İngiltere Başkonsolosluğu’na yapılan saldırılar, Londra’da 7 Temmuz 2005 tarihinde meydana gelen, 21 Temmuz’da tekrarlanan saldırılar da bu çerçevede Avrupa Birliği (AB) karar alıcılarını tehdit algılamaları üzerinde yeniden düşünmeye zorlamıştır. Avrupa devletleri arasında Soğuk Savaş dönemi boyunca genellikle operasyonel stratejiler üzerine inşa edilmiş girişimler, bahsi geçen saldırıların ardından karmaşık ve çok çeşitlilik içeren hukuki bir zemine taşınmıştır. Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından AB’nin terörizmle mücadele politikası hukuki, ekonomik, diplomatik ve idari önlemleri içeren şiddetli bir değişim geçirmiş ve bu süreç Madrid ve Londra saldırılarının ardından daha da hız kazanarak devam etmiş Avrupa, terörist saldırıların ardından yüzyıllardır kendisine “öteki”  dahası “Avrupalılık” ortak kimliğinin hem geçmişte, hem bugün teşkilinde kurucu bir karşıt unsur olarak kullandığı İslamiyet, Müslümanlar ve Türkler karşısında kelimenin tam anlamıyla bir kafa karışıklığı yaşamaktadır. New York, Madrid ve Londrada’ki terörist saldırıların ardından gerçekleştirilen bazı kamuoyu araştırmalarına göre Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya, Danimarka gibi AB üyesi ülkelerde Müslümanlara karşı duyulan önyargılarda ve Müslümanların karşılaştıkları ayrımcılık, ırkçılık ve dışlanmalarda artışlar olduğu kaydedilmektedir.

Günümüzde Amerika’daki 11 Eylül saldırılarının ardından, Batı-dışı dünyanın ve özellikle İslam toplumlarının bir uluslararası terörizmi yayma merkezi olarak algılanması bu radikal düşünce tarzının iyice güçlenmesine yol açmıştır. Ayrıca, Avrupa’nın bir refah adası olarak korunması kaygısı, Avrupa’daki radikal sağ hareketlerin AB politikalarını etkilemesindeki temel faktörlerden bir tanesi olmuştur. Hatta bu kaygı sadece AB bağlamında değil, AB üyesi ülkelerin kendi siyasal yelpazelerinin tümünü etkileyen bir duruma da gelmiştir. Bu çerçevede, “aşırılar” ın yanı sıra Avrupa sağının bütünü, AB fikrine, özellikle “yabancı”, “İslamcı” ve “yozlaştırıcı” sızıntılara olanak tanıdığı gerekçesiyle yüklenmektedir. Irkçı dayanaklara sahip bu radikal sağ akımların sözcüleri, yabancı istilası karşısında Avrupa kültürünün kendini savunması gerektiğini düşünmekte ve bu savunmayı yaparken de ırkçı tanımlamalara başvurmaktadırlar. 

Avrupalılık Kimliği ve Avrupa-İslam İlişkileri 

 

Kimlik var olmak için farklılığa gereksinim duyar ve kendi kesinliğini güven altına almak için farklılığı ötekine dönüştürür.[1]  Ayrıca kimlik durağan değildir ve ötekiyle etkileşimi sayesinde değişir. Bu çerçevede bir kimliğin meydana gelebilmesi için bir “ötekinin” varlığına ihtiyaç olduğu gibi, toplumların kimliklerinin meydana gelebilmesi için de “öteki” toplumların varlığına ihtiyaç vardır.[2] Bu çerçevede herhangi bir toplumun kendini anlaması ve tanımlaması, kendine atfettiği kimliğin ötekiyle karşılıklı etkileşimi süreci sonunda meydana gelmektedir. 

Bu bağlamda ötekini anlama ve anlatma sürecinde Avrupa’nın kendini nasıl anladığını hem göreceli hem de değişken bir biçimde ortaya koyar. Öteki, diğeri, yani Avrupalı olmayan oldukça geniş ve çeşitli bir kategori olduğundan Avrupa’nın kendi görüntüsü de o denli çeşitli ve farklıdır. Bununla birlikte ötekine bakış ve ötekinin imgesi de deneyimlerin ve etkileşimin tarih içinde farklılaşmasıyla değişmektedir. Bu nedenle Avrupa’nın kendi görüntüsü aslında çoğul, karmaşık ve değişkendir.

Avrupa’nın kendini algılayışı olarak Hıristiyanlık 15.ve 16. yüzyıllarda dönemin anahtar fikri durumundadır. “Hıristiyan Cumhuriyet”, Hıristiyan birlik, Hıristiyan dünya”  Batı Avrupa’da Roma Katolik kilisesine ait insanların yaşadıkları yerler olarak anılmıştır. Bu bağlamda Hıristiyan dünyanın sınırları ise, İngiltere, İspanya, İtalya, Fransa gibi Latin Hıristiyanlarının yaşadıkları Batı Roma İmparatorluğu’nun ve Latin kilisesinin yurdu olmuştur. Öte yanda Doğu Avrupa’da bulunan Ortodoks kilisesi ise bu birlikten dışlanmıştır.[3]

Roma İmparatorluğu’nun parçalanması sonrası ve 632’de Hz. Muhammed’in ölümünün ardından İslam’ın askeri, daha sonra kültürel ve dini üstünlüğü çok geniş bir alana yayılmıştır. İran, Suriye ve Mısır, Kuzey Afrika İslam orduları tarafından fethedilmiştir. 8. ve 9. yüzyıllarda ise İspanya ve Sicilya İslam toprakları arasına girmiştir. Daha sonra da 13. ve 14. ile 18. yüzyıllar arasında bugünkü Avrupa coğrafyası Asya steplerinden ve Akdeniz’in güneyinden gelen Müslümanların saldırılarına sahne olmuştur. Bu saldırılara karşı Avrupa’nın ise savunmadan yoksun olması ve Müslümanların Güneydoğu Avrupa’yı da içerecek şekilde Batıya doğru genişleme niyetleri, bunların başarıya erişip erişmediği veya Avrupalıların bunların başarılı olduklarını düşünüp düşünmemeleri bir yana, Avrupa’nın birleşmesi ve dayanışması fikirlerinin filizlenmesine ve Avrupa’nın doğumunu hazırlayan “şiddetli doğum sancıları” na neden olmuştur.

Avrupa, Yunan ve Roma medeniyetleri, kültür ve din olarak Hıristiyanlık, Reformasyon, Rönesans, Aydınlanma, Fransız ve Sanayi devrimlerinin ürettiği değerler üzerine kurulmuş olmasına karşın bu değerleri bir araya getiren ve Avrupalıları bu değerler çerçevesinde birleştiren en önemli faktör yukarıda da üzerinde durulduğu gibi dışsaldı. Avrupa kimliğinin ve medeniyetinin oluşumunda bu dışsal rolü Avrupalıların onlara atfettikleri ötekilik sıfatı çerçevesinde İslam ve Müslümanlar üstlenmişlerdir. Avrupa’nın kültürel bir birim olarak meydana gelmesinde İslam-Hıristiyanlık çatışması önemli bir rol oynamıştır. Hatta Avrupa Merkezli dünya görüşünün oluşması da bu çatışmadan doğmuştur. İslam Avrupa’nın en etkili “ötekisi” olmuştur. Tarihsel olarak Avrupa kimliğinin ortaya çıkışında “karşıt kimlik” unsurunu (yani “negatif” olanı, “düşmanı”, “öteki”ni) İslam meydana getirmiştir. Avrupa’nın zıttı “doğu” yani Akdenizli Müslüman Doğu olmuştur.[4]

Avrupalıları Müslümanlara karşı belli değerler çerçevesinde birleştiren ve İslam-Hıristiyanlık çatışmasının en somut göstergesi olan olay ise Haçlı seferleri olmuştur. İsmini “haç”tan alan Haçlı Seferleri, 11.yüzyıldan 13. yüzyıla kadar devam eden Hıristiyan âlemini İslam karşısında savaş meydanına çıkaran 8 askeri savaşı içermektedir. İslam dünyasını siyasi ve dini çekişmelerde artış yaşadığı bir dönemde Batı, Müslümanları İspanya, İtalya, Sicilya ve Akdeniz’den sürüp atmak için karşı saldırıya geçmiştir. 11.yy’nin sonlarına doğru, kuvvetleri Abbasi orduları tarafından bozguna uğratılan Bizans İmparatoru 1. Alexius, Müslüman orduların Asya’yı boydan boya ele geçirmesinden ve İstanbul’u işgal etmesinden korkarak Batı’dan yardım talep etmiştir. Hıristiyan idarecilere ve Papa’ya Kudüs ve çevresini Müslüman hâkimiyetinden kurtarmak için uzun ve zahmetli bir işe girişmek suretiyle İslam saldırısını tersine çevirme çağrısında bulunmuştur. Haçlı Seferleri, Papa II. Urban’ın İmparator Alexius’un bu çağrısına olumlu cevap vermesiyle başlamıştır. 1095’te Urban kutsal toprağın (Kudüs) kâfirlerden (Müslümanlardan) kurtarılması çağrısında bulunmuştur. Diğer yandan Papa açısından bu çağrı (Haçlı Seferleri), Papalık otoritesini elde tutmak, dünyevi idarecileri meşrulaştırma rolünü devam ettirmek ve Doğu (Yunan) ve Batı (Latin) Kiliselerini tekrar birleştirmek için de uygun bir fırsat sağlıyordu.

Bununla birlikte Müslümanlar siyasi, askeri ve dini varlıkları kadar teknoloji, mimari, klasik bilim, matematik, kimya, ziraat, su kullanımı, felsefe, siyaset bilimi, seyehat edebiyatı gibi alanlarda da Avrupa’ya katkıda bulunmuşlardır. Bu çerçevede Müslümanlar salt “ötekiler” olarak değil bilime yaptıkları katkılarıyla da Avrupa’nın şekillenmesinde önemli bir faktör durumundadırlar.   Ancak belirtmek gerekir ki, bu durum Avrupalılar açısından Müslümanların “öteki” lik dışında pozisyonlarında da bir değişikliğe neden olmamıştır. Ayrıca, Müslümanlar tarih boyunca Avrupa’nın değişik toplumlarıyla değişik türden barışçıl veya çatışmalı ilişkiler kurmuşlardır. İşte bu tarihsel süreçte İslam ile Hıristiyanlık arasındaki çekişme[5]   Avrupa’nın kültürel bir birim olarak meydana gelmesindeki önemli etkenlerden bir tanesidir. 

Yukarıda ifade edilenler bağlamında, Avrupa tarihinde İslam tehdidi deneyimi bulunmaktadır. Hıristiyan Avrupa, İspanya’da bir dönem için yüksek ve ileri bir kültür geliştirmiş olsa da Müslümanların İberik Yarımadası’nı kontrol altlarına almalarını kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamıştır.[6]  Yine aynı Avrupa, Müslüman Osmanlı’nın İstanbul üzerinden Viyana’ya kadar ilerlemesini çok daha büyük ve tehlikeli bir tehdit olarak algılamıştır. Bu açılardan İslam Hıristiyanlık için bir tehlike olarak var olmuştur.

1950-1970 döneminde Mağrip ’ten, Türkiye’den, Kuzey Afrika’dan ya da Hint alt kıtasından Müslüman kökenli işçi ve göçmenlerin Avrupa’ya akmasıyla beraber özellikle Batı Avrupa’daki İslam’ın nüfus tabanı oluşmuştur. Bu bağlamda da Avrupalılarla Müslümanlar arasında hem bir tür yakınlaşma ortaya çıkmaya başlamış hem de Müslüman kavramı ile göçmen kavramının beraber anılmasına da neden olmuştur[7]. 

Bugün ise İslam, Avrupa’da en büyük azınlık dinidir.  Bu bağlamda AB toplumunun en büyük ikinci dini grubunu oluşturan Müslümanların nüfusu Avrupa’da yaklaşık 15 milyondur. Bu rakam AB toplam nüfusunun %3’üne tekabul etmektedir. Fransa, Almanya, Balçika, İngiltere, Hollanda, Yunanistan ve Bulgaristan’da her bir ülkenin kendi toplam nüfuslarının %3 ila %13 arasında değişen rakamlarda Müslüman nüfus bulunmaktadır. Örneğin 7,6 milyon nüfusa sahip Bulgaristan’ın toplam nüfusunun %13’ü Müslüman nüfustur. Danimarka, Finlandiya ve İsveç gibi ülkelerin her birinin kendi toplam nüfuslarındaki Müslüman nüfusun oranı ise %1 düzeyindedir.

Avrupa’da yaşayan yaklaşık 15 milyon Müslümanın yaklaşık 4,5 milyonu Fransa’da, 3 milyonu Almanya’da, 1,6 milyonu İngiltere’de, yarım milyondan fazlası da İtalya ve Hollanda da yaşamaktadır. Geriye kalan nüfus ise oldukça azınlıkta kalmak suretiyle Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yayılmış bir haldedir. Bununla birlikte AB’de yaşayan Müslümanlar farklı etnik kökenler, diller, dünyevi ve dini eğilimler, kültürel gelenekler ve politik görüşlerden oluşan çok çeşitli bir karışımdır. AB’nin Müslüman nüfusları ise Türkiye, Kuzey Afrika, Orta Doğu, Pakistan, Bangladeş ve Eski Yugoslavya’dan gelen Müslümanlardan oluşmaktadır. Bunların önemli bir kısmı ise AB vatandaşıdır[8]

Avrupa kıtası genelinde var olan bu geniş Müslüman nüfus ve bu nüfusun kıtanın en büyük ikinci dini grubunu oluşturması kimi Avrupa halkları arasında kendi kimliklerinin kültürlerinin yok olup gideceği korkusunu ve bu bağlamda da kültürel kimliklerinin savunulması dürtüsünü beraberinde getirmektedir. Bu durum ise “ içerideki düşman” korkusunu fitillemekte oda milliyetçiliğe hatta ırkçılığa dönüşebilmektedir. Hudson’un da dile getirdiği gibi ırkçılık farklı zamanlarda “öteki”nin farklı biçimlerde ele alınmasına bağlı olarak ortaya çıkan aslında tarihsel bir fenomendir ve dolayısıyla kültürel bir tarihe sahiptir. Avrupa tarihinde de yukarıda dile getirildiği gibi “ötekileştirme”, bir tanımlama unsuru olarak kullanılmıştır. Diğer yandan, Avrupa’nın farklı dil, din ve ırklarla ortak ve birlikte yaşam sürme konusunda zengin bir deneyi olmaması, topluma sonradan eklenenlere, farklı ve yabancılara, Avrupa içinde genelde kuşku ile bakılmasına neden olmuştur. Bu durum günümüzde de devam etmektedir. Tarihsel kaynaklı bu kuşku ve “ötekileştirme” son dönemde ise özellikle ABD’ye yönelik 11 Eylül terör saldırıları ve ardından Avrupa’da gerçekleştirilen Madrid ve Londra bombalamaları sonrası daha somut bir biçimde gözler önündedir[9]

 

Terörist Saldırılar ve Avrupa’da İslam 

11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere ve Pentagona yapılan saldırı, o tarihten itibaren belki de üzerinde en fazla yorum yapılan bir konu haline gelmiştir. Bu yorumların bir kısmı uluslararası terörizme, bir kısmı yaşanan olayın ardından uluslararası ilişkilerde meydana gelebilecek olası gelişmelere, bir kısmı “ terör” kavramına ve bir kısmı da olayın kültür-din eksenindeki yansımalarına ilişkin olmuştur. Uluslararası kamuoyunun dikkati özellikle din ve şiddet arasındaki ilişkiye çevrilmiş, İslam ile şiddet ve terör ilintisi sıkça kurulmaya başlanmıştır.  

Madrid ve Londra saldırıları ise bu risklerin, korkuların Avrupalılar içinde yersiz olmadığını kanıtlamıştır. Örneğin, 40 milyon nüfusu bulunan İspanya’da beş yüz bini Müslüman olmak üzere yaklaşık 1,5 milyon göçmen bulunmaktadır. Bununla birlikte 11 Eylül 2001, 11 Mart 2004 ve 7 Temmuz 2005 terör saldırılarından önce İspanya’yı pek çok AB ülkesinden ayıran önemli bir fark bulunmaktaydı. Bu fark AB içerisinde İspanya’nın hoşgörüsü en yüksek toplumlardan birisi olmasıydı. Ancak, terörist saldırılarının ardından pek çok Avrupa ülkesinde görülen “İslam = terör” anlayışı İspanya’da da bundan sonra görülmeye başlanmıştır. 

Bu bağlamda Amerika, İspanya ve İngiltere’deki terörist saldırılar sonrasında Avrupa’da, Müslümanların ve İslam’ın varlığını Batılı değerlerin geleceği açısından bir tehdit olarak algılayanların nüfuz alanları giderek genişlemektedir. Özellikle son yıllarda küresel düzeyde artan terör ve tedhiş olaylarını İslam’la ilişkilendiren bazı Avrupalı kesimler ise bunu siyasi bir propaganda aracı olarak kullanmaktadırlar.

Bununla birlikte terörist saldırıların ardından Avrupa’da, başta Müslümanlar olmak üzere, göçmenlere ve yabancılara yönelik baskıcı tutumların, ayrımcılığın, ırkçılığın hatta sözlü veya fiziksel saldırılarında olduğu gözlemlenmektedir. Aslına bakılırsa bu noktada Avrupa İslam ve terör kavramlarını yan yana olarak ilk defa kullanmamıştır. Ortadoğu’daki her kriz, kıtada bir şiddet patlamasından endişe edilmesine yol açmıştır. Bu bağlamda özellikle 1979 yılındaki İran devriminin Batı üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. İran devrimi esnasında rehine krizlerinin yaşanması, elçiliklere yönelik saldırıların gerçekleştirilmesi, devrim ihracına yönelik eylemler ve terörizme destek gibi olaylar İran devrimini Batı’nın güvenliği için bir tehdit unsuruna dönüştürmüştür. 1991’deki Körfez Savaşı, 1993’te Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması, Eylül 2000’de ikinci intifada ve son 8 yılda Afganistan ve Irak’ta yaşananlarda bu noktada oldukça önemli gelişmelerdir. Kaldı ki, günümüzde de halen Lübnan, Filistin, İran ve Irak’ta hüküm süren anlaşmazlıklar, AB’yle Müslüman dünya arasındaki gerilimi artırmakta ve Müslümanların Avrupa ile bütünleşmesine darbe vurmaktadır.

11 Eylül 2001, 11 Mart 2004 ve 7 Temmuz 2005 terörist saldırıları ise Müslümanların ve İslam’ın durumunu bariz bir şekilde kötüleştirmiştir. Madrid ve Londra’da gerçekleştirilen terör saldırıları ile Avrupa’nın küresel terörizm gerçeği ile doğrudan tanışması, bu süreci yabancılar aleyhine çevirerek yabancı grupları korku ve endişenin odak noktası durumuna getirmiştir.

Bu terörist saldırıların ardından Batı’da yaşanan gelişmeler dikkate alındığında, İslamın varlığı bazı Batılı devletler tarafından Batılı yaşam tarzına karşı bir tehdit şeklinde algılandığı görülmektedir. Bazı AB üyesi ülkelerce İslami köktendincilik, Batı’daki yabancı düşmanı, ırkçı ve şiddet eğilimli davranışların kaynağı olarak resmedilmektedir. Danimarka’da aşırı sağ parti DFP’nin terörist saldırılar sonrasında, İslam’ı terörle bağdaştıran zihniyete dayanarak, bütün Müslümanların acilen sınır dışı edilmelerini savunması, Belçika’da aşırı sağ ayrılıkçı milliyetçi VB’nin etnik topluluğun varlığına yönelik en ciddi tehdit kaynağı olarak göçmenleri hedef göstermesi ve özellikle Müslümanları değer sistemleri ve yaşam biçimleriyle Batı uygarlığıyla bağdaşması imkânsız yabancılar olarak tanımlaması bu noktadaki en somut örneklerdir[10]. 2006 yılında yapılan bir araştırmaya göre de, İngilizlerin yarıdan fazlası İslam’ın Batı için bir tehdit oluşturduğuna inanmaktadır.

Bu durumun yanı sıra, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar arasında dini değerlerin yükseliş kaydetmesi ya da kimi Avrupalılarca bunun şiddet eğilimli davranışların kaynağı olarak resmedilmesi, yoksulluk, işsizlik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, dışlanma, siyasal temsildeki kısıtlamalar ve asimilasyon tehdidi gibi çeşitli yapısal sorunların sonucu olarak da değerlendirilebilir. Bu çerçevede, toplumlar, kendi varlıklarını ve güvenliklerini tehdit altında hissettiklerinde, korkunun nedeni olduğunu düşündükleri unsurlara karşı kendiliğinden bir tepki geliştirirler. Bu tepki çoğu zaman, toplumsal türdeşliği bozan “öteki” gruplara karşı geliştirilir. Batıda bu tepkinin adresi yabancılar, göçmenler, Müslümanlar ve diğer azınlıklardır. Ötekine, yabancıya, göçmene, azınlığa, İslam’a, “biz” den olmayana karşı duyulan bu korku, kendiliğinden bir toplumsal refleks olarak ortaya çıksa bile, sürekliliği başka unsurlarca sağlanmaktadır.

Aşırı sağcı Hollandalı bir siyasetçi olan Geert Wilders ise bu aşamada oldukça önemli bir örnektir. Müslümanlara karşı nefret ve ayrımcılığı teşvik etmekle ünlenen Wilders, çektiği Fitne adlı filmde, Kuran’ı “faşist bir kitap” diye nitelendirmiştir.  Filmde İslam Naziliğe benzetilmekte ve Kuran’daki “nefret dolu ifadelerin” yırtılıp atılması çağrısı yapılmaktadır.

            Her ne kadar Avrupa’daki Müslümanların ekseriyeti yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmiş olsalar da yukarıda verilen örneklerde de görüldüğü gibi kimi Avrupa ülkelerinde bu insanlar bulundukları toplumun içinde “öteki” olarak görülmekte ve “içerdeki tehdit ve düşman” olarak algılanmaktadırlar[11]. Bu algılamanın neden olduğu ve kayıt altına alınan ırkçı şiddet ve suçların oranları da bu noktada karşımıza somut örnekler olarak çıkmaktadır.

Amerika’daki ve Avrupa’daki terör olaylarından sonra AB’deki aşırı sağcılar tarafından “içerdeki tehdit ve düşman” olarak algılanmaya başlayan Müslümanlar artık aynı çevreler tarafından Avrupa’da bir güvenlik sorunu olarak da görülmeye başlanmıştır. Bu açıdan Avrupa için güvenlik konusunu merkezi bir konuma getiren en önemli etken, Avrupa’nın kendi güvenliğini temelde kimliğe ilişkin bir düzlemde ele almasındandır. 

Avrupa’da Müslümanların “içerdeki tehdit” olarak algılanması ise, AB’nin Aralık 2001’de terörle mücadeleye yönelik önlemler kapsamında “Common Positions and Framework” adlı belgeyi kabul etmesine neden olmuştur[12]. Üye ülkeler de bunu kendi yasalarına yansıtmışlardır. AB’nin terörle mücadele önlemleri kapsamındaki bir diğer çalışması da 2007 yılının ilk 6 ayında AB dönem başkanlığını yürüten Almanya’nın katkılarıyla gerçekleşmiştir. Çalışma, AB Polis Teşkılatı Europol bünyesinde “Check the Web” adını taşıyan bir internet izleme merkezi oluşturulması fikrine dayanmaktadır. Bu merkez sürekli olarak sanal ortamda terörizm ve radikal İslamcılarla ilgili internet sayfalarını, forumları ve sohbet odalarını izleyerek yeni üyelerin kazanılması çabalarından ve olası saldırı hazırlıklarından zamanında haberdar olabilmeyi hedeflemektedir.

Bu düzenlemeler sonucunda bazı Avrupa ülkeleri ABD’nin 11 Eylül sonrası geliştirdiği “Homeland Security” modeli benzeri istihbarat birimleri oluşturarak “içerdeki yabancı düşmanları” dini profil kullanarak fişlemeye başlamıştır.[13] İngiltere, Danimarka ve Almanya gibi ülkelerde Müslüman öğrenciler dahi potansiyel tehdit oluşturdukları gerekçesiyle fişlenmişlerdir.

Bu çerçevede giderek büyüyen İslamofobi aslında, Müslüman ordularının Avrupa kapılarına dayandığı 8. yüzyıldan beri Avrupa’da rastlanan bir olgudur. Zaman içinde değişik çehrelere bürünse de Haçlılar döneminde görülen İslam düşmanlığı ile İspanya kıyımlarında görülen İslam ve Yahudi düşmanlığı, Osmanlı’nın genişleme döneminde görülen İslam düşmanlığı ve sömürgecilik döneminde görülen İslam düşmanlığı arasında belirgin benzerlikler vardır.  1960’lardan sonra Avrupa’da yeni çehresini gösteren İslamofobi de benzer özellikler taşımaktadır.

Kavram olarak İslamofobi ise 1997 yılında ortaya çıkmıştır. Bir İngiliz düşünce kuruluşu olan Runnymede Trust 1997’de yayınladığı bir raporunda Müslümanların yaşadığı zorlukları ifade etmek için bu kavramı ilk olarak ortaya atmıştır. Islamophobia A Challenge for Us All ( Islamofobi: Hepimiz İçin Bir Meydan Okuma) adlı rapor bu düşünce kuruluşunun dinsel önyargının nedenlerini ve sonuçlarını ortaya koymak için oluşturduğu bir komisyon tarafından kaleme alınmıştır. Rapor genel olarak İslam Dini ile ilgili genel tartışmalarda ve Müslümanların karşı karşıya olduğu sorunlarda İslam karşıtı bir önyargının hâkim olduğunu ve bu önyargının iş ve okul alanında Müslümanlara yönelik ayrımcılık yapılmasını, onlardan nefret edilmesini ve onların medyada ve günlük yaşamda yanlış karakterize edilmelerini körüklediğini ifade etmektedir.

11 Eylül terör saldırılarından sonra ekonomik güdülerin hâkim olduğu dışlama kültürel bir çehreye dönüşmeye başlamış, İslamiyet ve Müslümanlar Avrupa için en ciddi tehdit olarak belirmiştir. Ekonomik kaygılarla Avrupalıların keyfini kaçıran Müslümanların kültürel özellikleri iyice dikkat çekmeye ve tepki toplamaya başlamıştır. Ekonomik dışlama kültürel dışlamayla örtüşür duruma gelmiştir. Artan terör olaylarına paralel olarak Avrupa çapında bir İslamiyet korkusu ve düşmanlığı baş göstermiştir[14]. AB ile İslam arasında net bir güvensizlik ve yanlış algılama, anlama ve anlaşılma söz konusu olmuştur. Hatta bazı kesimler, Dünya üzerinde 11 Eylülden bu yana Müslüman ve İslam karşıtlığının planlı bir biçimde sürdürüldüğünü de savunmuşlardır.

New York, Madrid ve Londra terörist saldırılarından sonra Müslümanlara yönelik dışlamanın içeriği kültürel unsurların baskın olduğu bir yapıya dönüşmüştür. Saldırılar, Avrupa’da Avrupa halklarının tamamında olmasa bile önemli bir kısmında zaten var olan, tarihin derinliklerinden gelen İslam’a ve Müslümanlara yönelik kaygıları gün yüzüne çıkarmıştır[15]. Bu durum ayrıca Avrupa’da yaşayan Müslümanlarda da ciddi bir endişeye neden olmuştur. Avrupa kamuoyunda İslamiyet’e yönelik korku ve kuşkuların artmasıyla yabancı işçi, göçmen ve sığınmacı kavramları beraber anılmaya, Avrupa’daki yerleşik Müslümanlar potansiyel birer terör militanı olarak algılanmaya başlamışlardır. Müslümanlara yönelik düşmanlık, Avrupa çapında bir İslamiyet korkusu ve düşmanlığı (İslamfobia) üretmiştir. Daha önceleri yasadışı göçlerin doğurduğu ekonomik kaygılarla Avrupalıların canını sıkan Müslümanların artık kültürel özellikleri ve simgeleri hedef olmaya başlamıştır.[16]

Halk düzeyinde, son birkaç yılda Almanya, Fransa, Polonya, Macaristan ve başka yerlerde ölümcül anti-semitizm patlamalarına ve yine Almanya, İtalya, Fransa ve Çek Cumhuriyeti’ndeki Türk, Arnavut ve diğer göçmen veya konuk işçilere yönelik çok daha şiddetli bir nefrete tanık olunmaktadır[17].Müslümanların hedef oldukları bu açık düşmanlık, onların fiziki şiddete maruz kalmalarına kadar gidebilen bir olgu haline gelmiştir. Bu da İslam’a karşı bir tür nefretin ifadesi olarak algılanmaktadır. Yaşanan bu gelişmeler ise Avrupa sağının güç kazanmasını ve Müslümanlara yönelik tehlikeli bir sürecin başlamasını da tetiklemiştir. 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de ve 7 Temmuz 2005 tarihinde Londra’da meydana gelen olaylar Avrupa yönetimi ve kamuoyu üzerinde de derin izler bırakmış, Avrupa’nın terör örgütlerine karşı çok daha sert ve tutarlı tedbirler almasını sağlamıştır.

Modern toplumlarda medyanın gücü ve etkisi göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Bu açıdan ABD ve Avrupa’da yaşanan terör olaylarından sonra kimi Avrupa medyasının İslam hakkında yaptığı yayınların da Avrupa genelinde İslam’a karşı büyük bir ön yargının oluşmasında oynadığı rolün gözden kaçırılmaması gerekir.

Bu olaylardan sonra İslam, kimi Batı medyasında sıklıkla yer almaya başlamış ve güncel söylemlerde Müslümanlar bir “tehlike” ve “tehdit” olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Bu noktada bir diğer önemli tespit, İslam ile ilgili haberlerde kullanılan olumsuz terminolojidir. “ilkel”, “köktendinci”, “otoriter”, “saldırgan”, “geri kalmış” gibi sıfatlar İslam kelimesinden önce veya sonra sıklıkla kullanılır olmuştur. Bu noktada Almanya’da Erfurt Üniversitesi tarafından yapılan araştırma oldukça önemlidir. Erfurt Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada, iki Alman devlet televizyonunun (ARD ve ZDF) İslami haberleri incelenmiştir. Araştırmada İslam’ın hangi konular çerçevesinde haberlerde yer aldığı analiz edilerek, 1,5 yıl boyunca iki televizyon kanalının haberleri takip edilmiştir. Sonuç olarak İslam’ın en çok terörizm ve aşırı dincilik konuları çerçevesinde habere konu olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun dışında kalan İslami haberleri şu konu başlıkları içerisinde yer almaktadır.

–          Uluslararası çatışmalar: %16

–          Müslüman göçmenlerin uyum sorunu: %15

–          Dini hoşgörüsüzlük: %10

–          Köktendincilik: %7,5

–          Müslüman kadının ezilmesi: %4,5

–          İnsan hakları ihlalleri ve demokrasi: %3,7 

Bununla birlikte yapılan haberlerin içerikleri dışında, kullanılan haber başlıkları da İslam’la terörizmi birlikte anan öğeler taşımaktadır. “Tehlikeli İslamcılar” veya “Teröristler Komşumuz” gibi. 

Bazı Avrupa medyasında Müslümanlarla ilgili yapılan haberlerde ayrıca, birbirinden farklı olmayan bir insanlar topluluğu resmi yaratılmıştır. Bazı Batı medyasında görülen bir başka yanlış eğilim de demokrasinin, düşünce özgürlüğünün ve dinsel hoşgörünün sadece Batı toplumlarına ait özellikler olarak gösterilmesidir. Bunu doğal sonucu olarak da, Batı dışında kalan toplumların, özellikle İslam ülkelerinin bu özelliklerin tam karşıtının savunucuları olarak resmedilmeleridir. Ayrıca bazı Avrupa medyasının, özellikle birliğin genişlemesi ile birlikte, ekonomik göçü olumsuz olarak yansıtması da kamuoyunda Müslüman işsizlere ve çalışanlara yönelik düşmanlığın artmasına da neden olmuştur.[18] Bu aşamada aşağıda verilen araştırma sonuçları konuyu daha net anlamamıza yardımcı olacaktır.

Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı İzleme Merkezi tarafından “Avrupa Birliği’nde Müslümanlar Ayrımcılık ve İslamofobi”  başlıklı araştırmasında da (2006) “eldeki verilerin Avrupalı Müslümanların çoğunun genellikle kötü barınma koşullarında yaşadıkları, eğitimdeki başarılarının ortalamanın altında ve işsizlik oranlarının ortalamanın üstünde olduğunu gösterdiği” belirtilmiştir. Raporda İslamfobia’nın kaynağı olarak yabancı düşmanlığı ile ayrımcılığın tüm Müslümanları “terörist” görme genellemesinin birleşmesi olarak gösterilmektedir. AB içerisinde en kalabalık Müslüman nüfusa sahip Fransa’da Fransız ismi taşıyanların bir iş görüşmesine çağrılma şansının, isimleri Müslümanlığı çağrıştıranlardan beş kat fazla olduğunun altı çiziliyor. Müslümanların, Avrupa ülkelerinde doğmuş ve büyümüş olsalar dahi başta eğitim, çalışma hayatı ve mülk edinme alanlarında olmak üzere büyük ayrımcılığa maruz bırakılması raporun dikkat çektiği bir başka konudur.

Avrupa Polis Teşkilatı (EUROPOL) tarafından 2004 yılında yayınlanan Karşı Terör Birim Faaliyetleri Özel Değerlendirmesi’nde, 2000’li yılların Avrupa açısından esas tehdidinin İslami terörizm olduğuna dikkat çekilmiştir.[19]

İngiltere’de İslam korkusu Londra bombalamalarının ardından oldukça yaygın şekilde görülmeye başlanmıştır. Hatta İslam korkusu 7 Temmuz 2005’te yaşanan terör olayından öncede İngiltere’de yaygın şekilde görülmekteydi. Londrada’ki saldırılar ise var olan bu algının yaygınlığını katlayarak artırmıştır.[20]

AB üyesi ülke olan Hollanda’da da terörist saldırılar sonrası Müslümanlara yönelik tedbirler alınmaya başlanmıştır.[21] Ülkede yaşayan Müslümanların, Hollanda dili ve kültürünü benimsemeleri yolunda acil tedbirler alınmış, iltica karşıtı sert yasal tedbirlerin de alınmasına karar verilmiştir. Kasım 2004 tarihinde Hollandalı film yapımcısı Theo Van Gogh’un Faslı bir göçmen tarafından öldürülmesi sonrasında Hollanda Hükümeti göçmenlere yönelik sert tedbirleri uygulamaya koymak üzere harakete geçmiştir. İspanya ve Portekiz’de de Madrid bombalamalarından sonra bu iki ülkede İslamiyet ve iltica konuları daha hassas ve tehlikeli konular olarak algılanmaya başlamış ve Kuzey Afrikalı göçmenlere yönelik saldırılarda önemli artışlar olmuştur.

Avrupa siyasi yelpazesinin sağ kesimindeki politikacılar, Müslümanları marjinalleştirerek ve hatta onların varlığını inkâr ederek Avrupa kimliği için Hıristiyan değerlerinin son derece önemli olduğunu ileri sürmektedirler. Radikal sağ taraftarlarının takip ettiği bu politikaların ve kullandıkları söylemlerin en can sıkıcı tarafı ise bunların toplumun genelinde “ötekine” karşı “yabancıya” karşı, “Türk”e karşı, “Müslümana” karşı yarattığı düşmancı bakış açısıdır.

2008 Kültürlerarası Diyalog yılını kutlamış olan AB açısından gelinen durum da çok iç açıcı değildir. Bunun nedeni İslam fobisinin günümüzde artık Avrupa bütünleşmesini de tehdit ettiği noktasındaki düşüncelerdir. Bu fobi aslında Avrupa’da çok kültürlülüğün önündeki en büyük engeldir de.

2008 yılında Davos Ekonomik Forumu dolayısıyla Gallup tarafından düzenlenen ankette, Avrupalılar arasında İslam’ın kültürel kimliklerini tehdit ettiği yolundaki kaygıların büyüdüğü üzerinde durulmaktadır. İslam ve Batı arasında etkileşimin tehdit olduğunu düşünenlerin oranı, Danimarka’da %79’a kadar yükselmektedir. İngiltere’de Irklararası İlişkiler Enstitüsü’nün yayınladığı raporda bu görüşümüzü destekler niteliktedir. Söz konusu rapora göre Fransa, Almanya, İngiltere ve Norveç gibi ülkelerde 11 Eylül saldırılarından bu yana Müslüman karşıtı ırkçılığın kurumsallaşmasında artış gözlenmektedir. Bu çerçevede rapora göre çok kültürlülüğe engel olan, Müslüman toplulukların bütünleşmekten kaçınmaları ya da bu konuda isteksiz davranmaları değil, AB üyesi ülkelerin bu konuda takındıkları tavırdır. 

Bu tür araştırma sonuçları göstermektedir ki, Müslümanları hedef alan şiddet olayları Batı ülkelerinde giderek artış kaydetmektedir. Bu artış ise hoşgörüye dayanan çokkültürlü toplum yapılarıyla övünen Avrupa ülkelerinin İslamofobi çıkmazına girdiklerini ortaya koymaktadır. Diğer bir bakış açısıyla, belki de, İslamofobi bazı Avrupalılar için Müslümanlara yönelik varolan tarihsel önyargılarını ve klişelerini kamuoyu önünde somutlaştırabilecek uygun bir ortam olarak da görünüyor olabilir. Bu noktada din olarak İslam’ın düşman olamayacağının, ancak dini aşırıcılığın düşman olabileceğinin altını çizmek gerekmektedir.

Yukarıda ifade edilen araştırmalarda ABD ve Avrupa’da gerçekleşen terör eylemleri sonrasında toplumun genelinde İslam’a karşı korkuların arttığı, Müslümanlara karşı sözlü sataşma, aşağılama ve fiziki boyutlara ulaşan şiddetin arttığı görülmektedir.

New York, Madrid ve Londra terörist saldırılarının ardından bugüne baktığımızda Avrupa’da İslamfobi’nin tezahürleri sözlü tehditlerden kişilere ve mülklere yapılan fiziksel saldırılara kadar uzanmaktadır. Avrupalı Müslümanlara karşı yapılan ayrımcılığın ve İslamofobik olayların yayılımı ve niteliği hala yeterince belgelenmemekte ve yeterince rapor edilmemektedir. Üye Devletlerin olayların rapor edilmesini iyileştirmeleri ve ayrımcılık ile ırkçılığa karşı daha etkili olacak tedbirler almaları elzemdir. Avrupa’nın, kıtada yaşayan Müslümanların diğer Avrupalılar ile aynı haklardan, yaşam kalitesinden ve eşit muamele hakkından yararlanabilmelerini sağlamak için daha fazla çaba göstermesi gerekmektedir.

Huntington’ın modeline göre İslam ve Batı medeniyetleri arasındaki ilişki, jeopolitik çıkar çatışmalarının ötesinde bir değerler ve tasavvur çatışmasına doğru evrilmek zorundadır. Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezine göre ise, İslam dünyasının, tarihe direnen tek medeniyet olarak “hizaya” getirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Avrupa, buraya kadar özetlediğimiz noktada, hem tarihsel belleğin ortaya koyduğu hem de son dönemlerde yaşananların yeniden günyüzüne çıkarttığı İslam algısını bırakıp, yeni bir İslam algısına yönelebilir mi? Hem Huntington’un hem de Fukuyama’nın tezlerini çürütebilir mi?

Bu sorunun cevabı olarak dönüp bugüne baktığımızda İslam-Batı ilişkileri söz konusu olduğunda, maalesef çatışmacı modelin her geçen gün ivme ve derinlik kazandığını görmekteyiz.

Avrupalı olmanın artık sadece Avrupa kıtasında yer almakla nitelendirilemeyeceğinin anlaşılması, kültürel çeşitliliğin ve kültürlerarasılığın giderek önem kazandığı günümüz dünyasında bu kültürel çeşitlilikler ve kültürlerarası diyaloğa işaret etmek çok büyük bir önem teşkil etmektedir.

İşte bu çerçevede, AB farklı kültürler arasındaki diyaloğu genişletmeli ve ilerletmelidir. Eğer AB kendi varlığını çok daha uzun yıllara taşımak amacında ise, Birliği kapalı kapılar ardına kilitlememeli ve dışlayıcı tutumlar içerisinde bulunmamalıdır. Bilakis, bu davranışların tam aksine, kendi evrensel değerleri çerçevesinde öteki olarak nitelendirdiği değerlerle kendisini her zaman yeniden oluşturmanın yollarını aramalıdır.  

Dini ve etnik çeşitliliğin Avrupa’nın geleceği olduğu unutulmadan Avrupa’da Müslümanlara yönelik gerçekçi bir entegrasyon politikası geliştirilmelidir. Bugün asıl mesele, karşılıklı güven eksikliğidir. Şöyle ki, Müslümanlar içinde yaşadıkları toplumlarda kendilerinin sevilmediği ve İslam fobisi ve ırkçılıkla karşı karşıya bulundukları psikolojisi içindedirler. Müslümanlar bulundukları ülkelerin hükümetleri tarafından kendilerinin denetlendiklerini düşünmektedirler.  Tabii ki böyle bir mekanizmanın varlığı da Müslümanların kendilerini toplumun sorumlu üyeleri değil, ikinci sınıf vatandaş oldukları hissine kapılmalarına neden olmaktadır. Bu çerçevede AB üyesi ülkelerin Müslümanlara yönelik ekonomik, etnik, kültürel ve eğitsel dışlamacı tavırlarını sonlandırmaları gerekmektedir.

Bununla birlikte, kıtada İslam’a yönelik yanlış algılamaların sonlanması ise, terörü asla kabullenmemiş sivil toplum düzeyinde yapılacak çalışmalarla mümkündür. Avrupa ülkelerinde “radikal- ılımlı, Müslüman- terörist” ayrımlarının yapılması gerekmekte ve Müslümanların ırkçı hareketlerden korunmaları için harekete geçilmelidir. Avrupa genelinde toplumu kin ve şiddete teşvik eden kişiler gözetim altında tutulmalı ve gerekirse tutuklanmalıdır. İslam düşmanlığı ve karşıtlığının engellenmesi için siyasi liderler, medya, sivil toplum örgütleri ve uluslararası örgütlerin çaba harcaması gerekmektedir.

Elbette ki, değişmesi gereken tek taraf Avrupa değildir, göçmenlerin de değişmeleri gerekmektedir. Müslümanların bu saldırıları gerçekleştirenlere veya teşvik edenlere dur demek için özeleştiri yapma ve etkin biçimde çalışmalarına olanak sağlayacak alanları belirlemek zorundadırlar. Terörü, şiddeti ve nefreti yayan, Avrupa ülkelerinde yasalara ve anayasalara karşı faaliyet gösteren örgütlere karşı polisten tüm siyasi kademelere kadar işbirliği yapmaları gerekmektedir.

Bu çerçevede İslam Konferansı Örgütü’nden Arap Birliği’ne, devlet bazlı adımlardan sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına kadar ulusal ve uluslararası tüm aktörlere büyük görevler düşmektedir. Bu noktada 12-13 Şubat 2002’de Türkiye’nin ev sahipliğinde İstanbul’da düzenlenen, AB ile İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) üyelerinin katıldığı “AB-İKÖ dışişleri bakanlarını ilk kez buluşturması açısından da tarihi bir önem taşımıştır. Ayrıca İKÖ’nün New York ve Cenevre’nin ardından üçüncü uluslararası temsilciliğini Brüksel’de açmaya hazırlanıyor olması da bu bağlamda oldukça önemli bir diğer gelişmedir.

Bu çerçevede dile getirilmesi gereken bir diğer önemli örnekte İspanya Başbakanı Zapatero’nun 2004’de Madrid’de gerçekleştirilen terörist saldırıların ardından ortaya attığı “Medeniyetler İttifakı” önerisidir. Bu öneri daha sonra Birleşmiş Milletler’in himayesinde yürütülen “Medeniyetler İttifakı Projesi” şeklini almıştır. Madrid’deki terör saldırıları sonrası İslam Dünyası ile Batı arasındaki önyargıların kırılması amacıyla başlatılan “Medeniyetler İttifakı Projesi”ne Türkiye ve İspanya beraber öncülük etmektedirler.

Günümüzde halen Almanya’dan Merkel gibi, Fransa’dan Valery Giscard ve Le Pen ve Sarkozy gibi, Avusturya’dan FPO lideri Strache gibi siyasi şahsiyetler Avrupa Birliği’ni bir Hıristiyan Kulübü olarak tanımlamaktadırlar. Hatta kimi zaman solda yer alan siyasetçiler bile, zaman zaman Hıristiyan mirasına müracaat etmektedirler.

Özellikle bugünün Avrupa’sında kimi Avrupalıların zihinlerinde Haçlı Seferleri’ne ve Osmanlı Türkleriyle girişilen uzun mücadelelere dek uzanan yaygın bir İslamiyet ve Müslümanlar stereotipi bulunması ve bu stereotipin de resmi laikliği ve günümüzdeki demokratik rejimine rağmen Türkiye’nin AB’ye katılmasına karşı bir argüman olarak kullanılması ve bu bağlamda da yabancılara, göçmenlere ve farklı kültüre sahip olan insanlara yönelik dışlamanın Avrupa’daki bazı siyasi partilerin ifadelerinde somutlaşıyor olması, gerçekten kaygı verici bir durumdur. Bu durum ise aslında, Avrupa’nın benimsediği ve özümsediği çok kültürlü düşünce anlayışına ters düşmekte ve tüm dünyaya ihraç etmiş olduğu Rönesans idealleri ile de açıkça çelişmektedir.

Bu çerçevede, Fransız siyasetinin önemli isimlerinden ve Fransa’nın eski başbakanlarından olan Dominique Villepin’in sözlerine yer vermek yerinde olacaktır. “Avrupa aslında bir dinsel alan değildir. Aksine o, bir değerler bütünüdür ki bu değerlerden biri de dünyevi işlerle dinsel sorunların birbirinden ayrılması gereğini vazeder. Özgürlüklerin savunusu, barışın korunması yolunda sarsılmaz irade, hak eşitliğinin tanınması; bütün bunlar farklı Avrupa halklarını birleştiren karakteristik göstergelerdir. Bir devlet bu bütüne katılmak istediğinde, bizim gözümüzde ölçü, onun dinsel kimliği değil, bu değerleri içselleştirme yetisi olmalıdır.”  

Sonuç; 

11 Eylül 2001 sonrasında başlayan ve halen devam eden uygarlıklar çatışması gibi olguların tartışıldığı günümüz ortamında Müslüman ve Avrupalı kimliklerinin bir arada var olması kaçınılmaz tarihi bir fırsattır. AB’nin özellikle Batı Avrupa’nın İslam ile olan sınavı işte bu aşamada çok büyük bir önem arz etmektedir. Eğer bu sınav başarılı bir biçimde verilir ise, insanlık için yeni bir dönemin başlangıcından da söz edilebilecek; geçmişte birbirleriyle çatışır görünse de aslında birbirlerine çok şeyler katmış olan farklı uygarlıkların, birbirlerini tamamlayarak yeni bir anlayışa doğru gidilebileceklerini kanıtlayabilecektir. Bu bağlamda İslamiyet ve Müslümanlar terörizmin kaynağı olarak değil yeni Avrupa’nın içinde pozitif katkı sağlayabilen bir zenginlik kaynağı olarak algılanmalıdır. Bunun içinde her iki taraf da, sadece farklar üzerine yoğunlaşmamalı, kendi din, gelenek, kültür ve kimliklerini ayrıştırıcı bir faktör olarak kullanmamalıdır.

Sonuç itibariyle, şu an iki farklı kültürün bir araya gelebileceği tek platform olarak görünen AB, hem Hıristiyanlığı hem de Müslümanlığı aynı birlik içerisinde bir araya getirip, amacını ve değerlerini de farklılıklarla ortak yaşam, hoşgörü ve çok kültürlülük kavramlarıyla temellendirebilir ise, bundan sadece Avrupa kıtası değil tüm dünya çok olumlu şekilde etkilenecektir. Genelde Hıristiyan Müslüman, özelde ise “Avrupalı” ve “öteki” kimliklerinin bir araya getirilmesi kaçırılmaması gereken tarihi bir fırsattır. Ortaya çıkacak bu güç ile de Avrupa, “medeniyetler çatışması”nın insanlığın kaçınılmaz bir kaderi olmadığı fikrini çok daha kuvvetli bir şekilde savunabilecektir.

 

Kaynakça:

A-    Arşiv Kaynakları

    Avrupa Birliği Bakanlığı Arşivi 

B-    Basılı Kaynaklar 

CONNOLLY, William E, Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri, çev. Ferma Lekesizalın, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995 

BURÇOĞLU, Nedret Kuran, Avrupa ve Avrupalılık, Akademik Araştırmalar Dergisi, Vol.6 No. 23, Kasım 2004-Ocak 2005 

ÇIRAKMAN, Aslı, Hıristiyanlıktan Uygarlığa: Değişen Avrupa İmgeleri, Toplumsal Tarih Dergisi, No: 112, Nisan 2003 

BOZKURT, Veysel, Avrupa Birliği ve Türkiye, Bursa, Vipaş, A.Ş. 2001, s. 14 

DEDEOĞLU, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, İstanbul, Derin Yayınları, 2003 

LEWIS, Bernard, İslam’ın Krizi, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul, Literatür Yayınları, 2003 

ROY, Oliver, Küreselleşen İslam, çev. Haldun Bayrı, İstanbul, Metis Yayınları, 2003 

AYDIN, Mehmet Zeki ve YARDIM, Müşerref, Belçika’da İslamofobi ve Müslümanlara Yönelik Ayrımcılık, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,  Cilt:12, No.1, 2008 

YILMAZ, Fatma, Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı, Ankara, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK), 2008 

VURAL, Hasan Saim, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005 

KÜÇÜKCAN, Talip, “AB’de Müslümanlar ve İslamofobi”, Radikal Gazetesi,  (haber tar. 11.06.2007) 

ERDENİR, Burak,  Avrupa Kimliği: Pan-Milliyetçilikten Post- Milliyetçiliğe, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2005 

YEĞENOĞLU,  Meyda, Avrupa Kimliğinin İdeolojik arka Planı, Doğu Batı Düşünce Dergisi Vol.8 No.31, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005 

SMITH, Anthony, Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev. Derya Kömürcü, İstanbul, Everest Yayınları, 2002 

FONTAİNE, Pascal, AB Nedir? Avrupa Komisyonu Basın ve İletişim Genel Müdürlüğü Yayınlar B-1049 2010 Brüksel, 2010 

ÜLGER Kaya, İrfan, Avrupa Birliği Rehberi, Umut Tepe yayınları, 1.Basım, Mart, 2008 

ÇAKMAK, Haydar, Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri, Barış Kitap, 3.Basım, Ankara, 2011 

BOZKURT Enver, ÖZCAN Mehmet, KÖKTAŞ Arif, Avrupa Birliği Hukuku, 5. Baskı, Ankara, 2011  

C-    Elektronik kaynaklar: 

ABGS (Türk Hükümeti): http//www.abgs.gov.tr

AB Portalı: http://europa.eu

AB Türkiye Delegasyonu: http://ww.avrupa.info.tr

 

[1]. CONNOLLY, William E, Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri, çev. Ferma Lekesizalın, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995, s.93 

 

[2] BURÇOĞLU, Nedret Kuran, Avrupa ve Avrupalılık, Akademik Araştırmalar Dergisi, Vol.6 No. 23, Kasım 2004-Ocak 2005, s. 10

 

[3] ÇIRAKMAN, Aslı, Hıristiyanlıktan Uygarlığa: Değişen Avrupa İmgeleri, Toplumsal Tarih Dergisi, No: 112, Nisan 2003, ss.34-39

 

[4] BOZKURT, Veysel, Avrupa Birliği ve Türkiye, Bursa, Vipaş, A.Ş. 2001, s. 14

 

[5] DEDEOĞLU, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, İstanbul, Derin Yayınları, 2003, s. 20

 

[6] LEWIS, Bernard,  İslam’ın Krizi, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul, Literatür Yayınları, 2003, s. 13

 

[7] ROY, Oliver, Küreselleşen İslam, çev. Haldun Bayrı, İstanbul, Metis Yayınları, 2003, s.51

 

[8] AYDIN, Mehmet Zeki ve YARDIM, Müşerref, Belçika’da İslamofobi ve Müslümanlara Yönelik Ayrımcılık, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,  Cilt:12, No.1, 2008, s.7-32 

 

[9] YILMAZ, Fatma, Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı, Ankara, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK), 2008, s.5

 

[10] VURAL, Hasan Saim, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.254

 

[11] AYDIN, Mehmet, Zeki ve YARDIM, Müşerref, Belçika’da İslamofobi ve Müslümanlara Yönelik Ayrımcılık, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,  Cilt:12, No.1, 2008, s.7-32 

 

[12] VURAL, Hasan Saim, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.254 

 

[13] KÜÇÜKCAN, Talip, “AB’de Müslümanlar ve İslamofobi”, Radikal Gazetesi,  (haber tar. 11.06.2007) 

 

[14] ERDENİR, Burak,  Avrupa Kimliği: Pan-Milliyetçilikten Post- Milliyetçiliğe, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2005, s.76

 

[15] YEĞENOĞLU,  Meyda, “Avrupa Kimliğinin İdeolojik arka Planı”, Doğu Batı Düşünce Dergisi Vol.8 No.31, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005, s.89 

 

[16] VURAL, Hasan Saim, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005,s.257 

 

[17] SMITH, Anthony, Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev. Derya Kömürcü, İstanbul, Everest Yayınları, 2002, s.46-47 

 

[18]  VURAL, Hasan Saim, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.258 

 

[19] AYDIN, Mehmet Zeki ve YARDIM, Müşerref, “Belçika’da İslamofobi ve Müslümanlara Yönelik Ayrımcılık”, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,  Cilt:12, No.1, 2008, s.7-32 

 

[20] ROY, Oliver, Küreselleşen İslam, çev. Haldun Bayrı, İstanbul, Metis Yayınları, 2003, s.51

 

[21] YILMAZ, Fatma, Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı, Ankara, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK), 2008, s.20

 

 

Mesut ÇETİN

 

1994 Mezunu

 

Bir yanıt yazın